Atina Üniversitesi profesörlerinden Dr. Christos (Hristos) Rozakis, bir dönem Dışişleri Bakan Yardımcılığı görevini de yürüten Yahudi asıllı bir hukukçu… 30 Haziran 2019 tarihli Kathimerini Gazetesi’nde yer alan “Türk hak talepleri ve deniz hukuku” başlıklı yorumunda, “Yunanistan’ın sırtını AB’ye nasıl yaslaması gerektiği”ne ilişkin ilginç bir reçete sunuyor…
Önce, kim mi bu profesör kısaca hatırlatalım… Türkiye, Prof. Rozakis’i, Necmettin Erbakan’ın, hapse girmesini önlemek amacıyla ihtiyat-i tedbir kararı için AİHM’ye yaptığı başvurusunu reddeden Yunanlı yargıç olarak hatırlayacaktır. Hatta, Kardak krizi sırasında Dışişleri Bakan Yardımcısı olan Rozakis, kendi hükümetiyle ters düşüp, Mesut Yılmaz’ın ‘diyalog’ çağrısına olumlu yanıt verilmesi gerektiğini savunup Türkiye’nin yanında yer alması nedeniyle, Yunan politikasına ters düştüğü için o dönemin Dışişleri Bakanı Theodoros Pangalos’un ve anamuhalefet partisi Yeni Demokrasi’nin tepkisini çekerek görevinden istifa ettirilmişti.
Prof. Rozakis’i, 30 Haziran 2019 tarihli Kathimerini Gazetesi’nde yer alan yorumlarını yapmaya iten sebepler nelerdir belli: Mavi Vatan Türkiye’nin, uluslararası hukuka bağlı sürdürdüğü Doğu Akdeniz kararlılığı ile bölgenin büyük gücü olan Türk Donanması’nın da refakât gösterdiği arama-sondaj faaliyetleri… Ne denir ki, Profesörün canı sıkılmış reel politikaya hızlı bir dönüş yapmış…
Okuyalım.
Prof. Rozakis, “Kısa bir süre önce, komşu ülkenin Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’na verdiği ruhsatlardan sonra Doğu Akdeniz’in kuzey bölümündeki alanın neredeyse tamamını kapsayan Türk hak talepleri haritası ortaya çıktı. Bu bölgede kıyı şeridi olan Yunan adaları, ya tamamıyla göz ardı edilmiş ya da Türk makamları tarafından bunlara tanınan kıta sahanlığı yok gibi. Tabii bu haritanın sınırlı hatta hiç değeri olmadığını söyleyebilirim. Çünkü sınır belirleme işlemi müdahil taraflarla, bahsekonu durumda batı yönünde Yunanistan, doğu yönünde Kıbrıs ve güney yönünde Mısır ile mutabakat gerektirdiğinden sadece komşu ülkenin meşru sonuçlar üretmeyen tek taraflı girişimidir.
Buna rağmen bölgede sınırı belirleyen çizgilerin çizim işleminin hedefi tektir. Çünkü komşu ülkenin Doğu Akdeniz’de hak talep ettiği sınırlarını göstermekte ve teorik olarak, oluşan farkın, müzakerelerle -müzakerelerin sonuç vermemesi durumunda veya müzakere konusunun başından beri konunun Uluslararası Mahkemeye havale edilmesi olduğu taktirde- veya mahkemede sonuçlandırarak, ortadan kaldırılmasını araştırılması üzere müdahil taraflara yönelik bir davetidir. Özellikle de Türk kıta sahanlığı olarak gösterilen bölgenin, Yunanistan’ın geçmişte Yunanistan’ın yetkisinde olmasına ve bunların üzerindeki zengin kaynaklarda arama ve yararlanmada egemenlik hakkına sahip olması için ilgi gösterdiği bölgeleri de içerdiği gözönünde bulundurulursa… Her hâl ve şartta, Yunan hak taleplerini ve Doğu Akdeniz’de bunların genişliğini unutan Türkiye’nin, sınırlı etkileri olsa dahi, bu deniz yönünde bakan doğu sahilleriyle en uç Yunan adalarının (Rodos, Kerpe, Girit) esas hatlarıyla ortaya çıkan Yunan kıta sahanlığının neredeyse tamamını görmezden geldiği gerçeği, Yunanistan’ı, müzakereler veya uluslararası yargılama yetkisine sahip kuruma başvuruyla konuya çözüm aramaya itiyor.
Türkiye’nin, Yunanistan tarafından da kendine ait kıta sahanlığı olarak hak talebinde bulunulan bölgeye ve burada deniz dibinde sondaj gerçekleştirmek üzere gemi göndererek planını uygulamaya koymaya çalışması halinde işler zorlaşacak. Tabii bu milli toprakları işgalle eşdeğer tutulacak bir uygulama değildir. Basitçe, kıta sahanlığı; milli bir toprak olmamasının yanı sıra, kıyı devletinin deniz dibi ve altındaki zengin kaynakları arama ve yararlanmaya yönelik münhasır fonksiyonel haklara sahip olduğu bölgedir. Türkiye’nin girişimi de, uluslararası hukukun Yunanistan’a verdiği münhasır fonksiyonel hakkın göz ardı edilmesidir. Buranın Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) olduğunu değerlendirsek dahi koşullar değişmiyor. Çünkü kıyı devleti burada da fonksiyonel haklara sahiptir. Hatta bu haklar, kıta sahanlığının sağladığından daha geniş “ratione materiae” haklardır. Ancak bu haklar, Deniz Hukuku tarafından belirlenen fonksiyonellikten dolayı daha sınırlıdır.
Türkiye ve Yunanistan arasında Doğu Akdeniz sınırları belirlenmemiştir. Yunanistan Meis Adası meselesine dayanarak, Kıbrıs MEB’ine kadar ulaşan bir bölgede büyük MEB talep ederken, Türkiye ise sahillerinin uzunluğuna dayanarak bu denizde aslan payını talep ediyor. Yukarıda da söylediğimiz gibi bu hak talepleri tek taraflıdır ve hak doğurmamaktadır. İki tarafın birbirine taban tabana zıt ve çarpışan tezlerini göz önünde bulundurarak, sorunun sadece müzakereyle çözülmesi imkânsızdır. Bu da, bugünkü koşullar altında, Uluslararası Mahkeme’ye Ege’yi de içeren genel bir çözüme yönelik başvurunun, çözülmemiş tehlikeli bir meseleye son verme ihtimali yönünde, tek yön olduğunu göstermektedir. Tehlikeli boyutlar alan çözülmemişlik, esaslı bir iletişim yokluğunda birbirine zıt tarafların soğukkanlılığının kontrolünden kaçabilir” dedi.
Prof. Rozakis yorumunda, Türkiye’nin elini zayıflatma yönünde tavsiyelerine devamla Yunan politikasının nasıl bir yol haritası izlemesi gerektiğini ise şu şekilde belirtiyor;
“Burada mesele Türkiye’nin Lahey’e başvuru yönünde ikna edilmesidir. Bunun sonucunda, konunun mahkemeye havale edilmesi konusunda bir centilmenlik anlaşmasının imzalanmasına yönelik müzakereler başlayacaktır. Akabinde de bu müzakereler devam ettiği sürece, her iki tarafın da kritik bölgede barışçıl çözüm arayışını zora sokacak her tür girişimden uzak kalacağına dair -kendiliğinden anlaşılacak- bir anlaşmaya hazırlanacaktır. Bu da Türkiye’nin bölgeye, denizaltı zenginliğini aramaya yönelik gemilerini gönderme planlarını engelleyecektir.”
Profesör yorumunda buraya kadar aslında; Türkiye’nin bölgede izlediği akılcı politikaların teyidini verirken yükselen endişelerini hızını alamayıp bakın nasıl dile getiriyor;
“Asıl kritik olan konu, yıllardan beri bunu yapmayan Türkiye’nin mahkemeye başvuru için nasıl ikna edileceğidir. Tek istisna Helsinki’ydi… Ancak o dönemde de koşullar farklıydı. Nedeni ise; gerek Avrupa Birliği gerekse Türkiye ısrarlı bir şekilde Türkiye’nin, AB ile üyelik müzakerelerinin başlamasını dile getiriyordu. Bugün durum değişti ve Türkiye’yi ikna edebilecek tek neden: AB tarafından mali yardımdır.”
Profesör, değerli komşumuz Yunanistan’ın geçmiş dönem ekonomik darlığa düştüğünde (AB’ye girişini takip eden dönem) AB’nin kapısından ayrılmadığı günleri (çok üzülmüştük), üstelik bazı adalarını satışa çıkardığını, sevgili Yunan Halkının özellikle adalarda yaşayan önemli bir kesiminin gelir kaynağının önemli bölümünün turistik ziyaretlerle Türk komşularınca nasıl can suyu olduğunu unutmuş olacakki, 80 milyon nüfuslu dev Türkiye’yi, kendi kırılgan ve toparlanamayan ekonomisiyle bir tutup son kertede baklayı ağzından kaçırıyor;
“İflas belirtisi veren komşu ülke, Gümrük Birliği Anlaşması çerçevesinde, bu krizi aşmak için AB’nin ekonomik yardımına ihtiyaç duyacak. Belki de bu, mahkemeye başvuru karşılığında, Türkiye tarafından milli bencilliklerin ve iktidarın kibrinin kenara atılmasında tek çözüm olacaktır.
Diğer yandan bir husus da, Türkiye’nin, Kıbrıs MEB’indeki ihlâlleri konusunda nasıl bir tutum sergileyeceğidir. Bu, Yunan egemenlik haklarına hakaret edilmesi halinde, Yunan kıta sahanlığı olarak iddia edilen bölgede nelerin yaşanabileceğine dair hazırlık aşamasını oluşturmaktadır. Durum benzerlik taşımamaktadır çünkü Kıbrıs MEB’i, ilgili komşu ülkelerle de anlaşmayla belirlenmiştir. Yunan kıta sahanlığı ise Yunan makamlarının bunun genişliğine yönelik olarak basit değerlendirmelerinin ürünüdür. Buna rağmen AB’nin Kıbrıs meselesinde dinamik tutumu, belki de Türkiye’nin bizim bölgemizde de aynı tavrı sergilenmesini tekrarlamak konusunda cesaretini kıracak ve bizi o anda alınması gerecek önlemler macerasından uzak tutacaktır. Tabii bu durum, Türkiye’nin ekonomik olarak desteklenmesi aracılığıyla, muhtemelen AB tarafından dayatılabilecek genel bir nihai çözüm.”
Buradan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, komşumuz Yunanistan, Türkiye ile ABD ilişkisinin nereye evrileceğini sıkı takip ediyor… Bizim kararlı biçimde arama-sondaj faaliyetlerini sürdürmemiz onları enteresan senaryolar üretmeye de yönlendiriyor. Bizim, Akdeniz’in doğusunda gerçekleşen faaliyetleri kararlı bir şekilde en kısa zamanda sonuçlandıracağımız korkusu ise komşuyu telaşlandırmış. Nitekim Türkiye’nin, Kıbrıs’ın doğu ve batısına Yavuz ve Fatih sondaj gemileriyle yaptığı delme işlemi, aslında bölge jeopolitiği ve enerji jeopolitiği bağlamında ulusal tutumumuzu perçinlerken, sırtını ABD ve AB’ye iyice yaslayan GKRY Yunanistan ikilisinde epey panik yaratmış…
Soz söz; Türkiye olarak bu kararlı duruşumuzu bozmadan devam etmemiz halinde bu meselede her hâl ve şartta hamle üstünlüğünü ele geçireceğimiz kesin… Viya böyle!