Enerji politikalarından silahlanmaya, ülkelerin kâr zarar hesaplarından istatistiklere dünya konuşulacak konularla dolu. Ve malum, dedikodu da biz insanlara özgü. İşte kahve falına geçmeden kısa bir dünya turu…
Geçtiğimiz ay BBC Earth’de bir makale yayınlandı. Dedikodunun insan yaşamındaki yeri ve insanların dedikoduya nasıl başladığına dair tezler anlatılıyordu. En basit ifadeyle, “yaşamımızdaki insanlarla ilgili gündelik gelişmeleri tartışmaya yönelik sosyal bir araçtır” diye tanımlanan dedikodunun ortaya çıkışındaki etkenler arasında “insanların birbirinin bitini temizlemesi” de vardı.
İnsanın da dahil olduğu primat gruplarında bireyler arasındaki bağları korumanın ve güçlendirmenin önemine işaret ediliyordu makalede. Konuyla ilgili sözü edilen tezlerden birinde, maymunların bunu birbirine dokunarak, birbirinin tüylerindeki parazitleri ve pislikleri temizleyerek yaptığı not düşülüyordu. Aynı şekilde insanın atalarının da birbirlerinin bitini ayıkladığına dair yaygın kanaate yer verilmişti.
Anlatılan teoriye göre, atalarımız da muhtemelen birbirine aynı işlemleri yapıyordu ve başlangıçta sadece temizlik amacını taşıyan bit ayıklama zamanla sosyal bir işlev de kazandı. Bu görüşü savunanlar birbirinin tüylerini temizlemenin sadece birkaç dakika sürmesine rağmen bazı primatların saatlerce bu amaçla yan yana oturduğunu hatırlatıyor. “Primatlar birbirinin bitini ayıklarken aslında birbirine olan bağlılıklarını ifade ediyor.” Dedikodunun da bu fiziksel kökenden gelmiş olabileceğini öne sürenler, insanlar arasındaki fiziki temasın zaman içinde sözlü bir hal aldığı ve bireyleri birbirine yaklaştırdığı kanısında. Grupların üye sayısının artmasıyla da “teke tek ilişkiden ziyade dedikodu yoluyla birkaç insanla bağlantı kurmanın ve sosyal bilgi paylaşımının daha etkili bir yöntem haline geldiği” tahmin ediliyor.
Hem akla yatkın gözükmesi hem de dedikodunun günlük hayattaki zararsız yanını vurgulaması açısından bu teoriyi benimseyip biraz dedikodu yapmak hoş olabilir…
İçerisi temiz dışarısı petrol
İlk fısıltılar Kosta Rika’dan, yenilenebilir enerji üzerine: Resmi açıklamaya göre, ülkede son dönem görülen sağanak yağışlar sayesinde Kosta Rika kendi ürettiği yenilenebilir enerjiyi kesintisiz 75 gün boyunca kullanabildi.
Yağışlar dört hidroelektrik tesisin yılın ilk üç ayı boyunca enerji üretmeye devam etmesine olanak tanımıştı. E muhtemelen niyet de vardı. Malum, Kosta Rika temiz ve yenilenebilir enerji kullanımını bir devlet politikası olarak uyguluyor. Şöyle diyelim, ülkede 2014’te kullanılan enerjinin yüzde 80’i hidroelektrik santrallerinde üretildi, yüzde 10’u da coğrafi bir şansın değerlendirilmesiyle, çok sayıda yanardağ sayesinde jeotermal enerjiden sağlandı. Kosta Rika’nın planı yeni projelerle yakın gelecekte ülkede fosil yakıt kullanılmasının önüne geçmek. Bu çerçevede hükümet geçen yıl 958 milyon dolarlık bir jeotermal projeyi daha onayladı. İşte söyledik ya, niyet meselesi; sonuçta Kosta Rika’nın zengin petrol kaynakları olduğunu unutmayalım.
Doğal olarak insanın içi çekiyor bazen böyle bir ülkede yaşamayı. Hatırlayalım, maalesef Türkiye’nin gündeminde hâlâ nükleer santral projeleri var. Üstelik projeler var diyoruz ama hesapların ayrıntılı yapılmadığı da ortada. Mesela, Greenpeace uzun süreden beri Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santralin son derece tehlikeli olan nükleer atıklarının nasıl taşınacağının belirsiz olduğuna dikkat çekiyor ve büyük ihtimalle İstanbul Boğazı’ndan geçerek İstanbul ve çevresini de tehlikeye sokacağını duyuruyor. Aynı şekilde dikkat çekilen bir başka nokta da herhangi bir kaza durumunda sorumluluğu kimin alacağının belli olmayışı.
Silah yesin efendiler
Peki, Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından mart ayında yayınlanan yeni raporu duydunuz mu? Rapora göre, Türkiye’nin dünya silah alımındaki payı yüzde 3 imiş. Bu oran Türkiye’yi dünyanın en büyük silah ithalatçıları listesinde yedinci sıraya sokuyor. Türkiye’nin alımlarındaki en büyük pay hangi ülkenin, tahmin edin… ABD! Yüzde 58 ile en büyük paya sahip. İkinci en fazla alım Güney Kore’den yapılıyor: yüzde 13; üçüncü olarak da İspanya’nın adı geçiyor: yüzde 8.
Dedikodu gibi olmasın ama, Türkiye’nin brüt dış borç stoku Hazine Müsteşarlığı’nın verileriyle 2014 yılı eylül sonu itibarıyla 396,8 milyar dolar. SIPRI‘nin 2014’te açıkladığı verilere göre de Türkiye’nin askeri harcamalarının GSYİH’ya oranı 2,3 idi. Ya da şöyle söyleyelim: Türkiye’de iç güvenlik harcamalarının GSYİH’ya oranı 2006 yılında yüzde 0,88 iken 2013 yılında 1,36’ya yükseldi. Toplam güvenlik harcamalarında da 2006 – 2013 arası artış var. 2006‘da toplam güvenlik harcamalarının GSYİH’ya oranı 3,44 iken 2013 yılında 3,68 oldu. Yani?.. Yani, insan dili gibi aklını da durduramıyor işte. Keşke silaha harcadığımız para başka amaçlar için kullanılsaydı diye düşünmeden edemiyor.
Rasyonel bakış mı?
Hay Allah, dedikoduya başlayınca durulmuyor bir türlü. Hatta Hindistan’a kadar gidiliyor diyelim. Geçen ay Hindistan hükümeti müthiş bir karara imza atarak üç milyon memura ve ailelerine haftanın altı günü bedava yoga dersi verileceğini açıkladı. Kararın gerekçesi belli değil ama Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin yogaya olan ilgisi biliniyor. O kadar ki geçen yıl bir yoga bakanı bile atamıştı. Elbette yoganın Hinduizm ve Budizm’le ilişkisini görmezden gelmemek lazım ama ülkede haberleri bize kadar yansıyan toplu tecavüz gibi akıl almaz olaylar yaşanırken, yüksek enflasyon gibi devasa problemler varken devlet katında yoganın yeri biraz abartılı gözüküyor.
Ne? Fazla mı Avrupa merkezli rasyonel bir bakış açısı bu? Belki… Fakat rasyonellik de Avrupa’nın neresinde olduğunuza göre değişiyor. Mart ayında “Kuzey rasyonalitesi” Avrupa Birliği’ni (AB) reddetti mesela. İzlanda 2009’da yaptığı AB’ye üyelik başvurusunu resmen geri çekti. Evet çok şaşırtıcı değil, çünkü İzlanda hükümeti iki yıl önce önce iktidara gelirken kampanyasında AB karşıtlığını vurgulamıştı zaten. Ancak meselenin en kritik noktalarından biri balıkçılık konusundaydı. AB aşırı avlanmakla suçladığı İzlanda’dan sıkı kotalar kabul etmesini istiyordu, İzlanda ise ekonomisinin önemli kaynaklarından biri olan bu alanda tabiri caizse “daha rasyonel davranılmasını” bekliyor, AB’nin kendi uygulamalarını esas alması gerektiğini savunuyordu.
AB’nin cin fikirleri
Avrupa’da dolanırken dedikodu çok çalınıyor insanın kulağına. Almanya’nın ünlü dergilerinden Spiegel’in haberine bakılırsa İtalya, Almanya, Fransa ve İspanya mültecilerin Akdeniz üzerinden AB topraklarına ulaşmasını engellemek için yeni bir cin fikir geliştirmiş.
Öneri sahibi İtalya’nın dahiyane fikri şöyle: AB üyesi olmayan Mısır ve Tunus gibi ülkeler mülteci teknelerini kurtarma çalışmalarına katılacak. Basit bir de nedeni var: Üçüncü ülkeler coğrafi konumları sebebiyle daha hızlı ve etkili şekilde harekete geçebilir. Bu cümle burada kalsa ne güzel ama derginin haberine göre, “Mısır veya Tunuslu birimler tarafından kurtarılan mültecilerin bu iki ülkenin limanlarına götürülmesi, AB’nin bu işlem sırasında söz konusu birimlere yardımcı olması ve bu yolla caydırıcı bir etki oluşturulması planlanıyor.”
Tercüme edersek, ki dedikodunun hakkı ancak böyle verilir, AB üyesi ülkeler mültecilerle ilgili sorumluluklarından kurtulmak için bir kez daha başka ülkeleri kullanıyor. Avrupa’nın sınır güvenlik politikalarının hala yürürlükte olduğu düşünülürse durumu kavramak daha da kolaylaşıyor. Bir AB ülkesinde yakalanan kaçak göçmen kurallara göre AB’ye giriş yaptığı ülkeye gönderiliyor. Bu durumda içerideki ülkeler sınırdakilere oranla çok daha avantajlı kalıyor, sorumluluğu sınır ülkesine atıp kurtuluyor. AB’nin sınır ülkeleri de bu nedenle mülteci girişini önlemek için güvenlik tedbirlerini abartıyor. AB bununla da kalmayıp Türkiye dahil birçok üçüncü ülkeye de aynı durumu kabul ettirmeye çalışıyor ve başarısız olduğu da söylenemez. Maksat kaçak göçmenleri AB’nin sınırlarının dışına atmak, sorumluluğu üçüncü ülkelere bırakmak. Mısır ve Tunus’un mülteci teknelerini kurtarmak için çalışmalara katılmasını böyle okumak daha doğru gözüküyor.
Dedikodunun bitesi yok ama yazının sınırları var. Dünya daha çok fırsat verecek bize, o zaman devam ederiz. Nasıl olsa bilgi dünyasında vizesiz dolaşıyoruz.