Yüce Yöney – “Bugün imkansız olan yarın kaçınılmaz olabilir”

MDN İstanbul

Dünyada yaşamın süreceğine inanıyoruz hepimiz, içgüdülerimizle ya da öngörülerimizle. Peki, ya en büyük korkularımız gerçek olursa? İklim değişikliği dünyayı yaşanmaz hale getirebilir

Yıl 1992. Birleşmiş Milletler (BM) Çevre ve Gelişim Konferansı’nda BM görevlisi Maurice Strong konuşuyor: Tarih, bize bugün imkansız görünen şeyin, yarın kaçınılmaz olabileceğini hatırlatır.
Yıl 2014. 22 yıl sonra, Antarktika’daki buzul erime hızının 2010-2013 arasındaki döneme göre iki misline çıktığı açıklandı.
Geophysical Research Letters adlı bilim dergisinde yayımlanan yeni verilerden söz ediyoruz. Bu veriler Antarktika’da yaşanan buzul kaybının dünyadaki deniz seviyesini yılda 0.43mm yükseltecek düzeyde olduğunu gösteriyor, ortalama buzul kalınlığı kaybının yılda iki santim olduğunu belirtiyor.
Araştırma Batı ve Doğu Antarktika ile Güney Amerika’ya doğru uzanan Antarktika Yarımadası’nı inceliyor. Tek tek söylersek, yıllık buzul kaybı Batı’da 134 milyar ton, Doğu’da üç milyar ton ve Antarktika yarımadasında 23 milyar ton. En büyük erime Batı Antarktika’daki buzullarda, burada altı dev buzul büyük bir hızla eriyor, onlardan biri olan Smith buzulu her yıl dokuz metre inceliyor. Erimenin nedeni değişen iklim nedeniyle daha kuvvetlenen rüzgarlar tarafından Antarktika’ya sürüklenen ılık okyanus suları.
Batı Antarktika’nın geleceğine dair öngörülerden birine göre bölgedeki buzullar geriye dönüşü olmayacak şekilde yok oluyor. Daha iyimser bir başka görüşe göre ise geriye dönüş mümkün ama süreç yüzlerce yıl alabilir.
Peki bu altı büyük buzulun erimesinin doğadaki karşılığı ne? Yanıt çoktan hesaplanmış: Altısının tümüyle erimesi durumunda dünyadaki denizlerin seviyesi 1 metre 20 santim yükselecek. Bu gerçeklik üzerinden düşünmeye başlayınca durumun ne denli korkutucu olduğu ortaya çıkıyor, çünkü söz konusu altı buzulun erimesi Antarktika kıtasının deniz seviyesi üzerindeki potansiyel etkisinin sadece çok küçük bir bölümüne denk düşüyor. Varsayalım ki kıtanın tamamı eridi, yani 26,5 kilometreküp buzul yok oldu… Hesaplamalar bunun deniz seviyesi olarak karşılığının 58 metre olduğunu gösteriyor. Gerçi şimdilik bundan bahseden yok ama dünyanın durumunu anlamak ve yaşanacakları hissedebilmek için önemli bir projeksiyon bu hesaplama.
İşin aslı, bu araştırma bilinen bir gerçeği yeni bir yöntemle bir kere daha teyit ediyor. Birleşmiş Milletler’in son yayımladığı iklim değişikliği raporunda, küresel ısınmanın “ciddi, yaygın, geri döndürülemez” olduğundan söz ediliyordu. Bilimselliğe halel gelmesin diye koyulmuş gibi görünen bir “büyük ihtimalle” ibaresi vardı gerçi ama herhalde bu raporu okuyan kimsenin içini ferahlatmadı.
İklim değişikliğinin dünya üzerindeki etkilerine ilişkin en kapsamlı rapor kabul edilen çalışmada bu döneme kadar “yükün doğal sistemler üzerinde olduğu“ belirtiliyor ve artık insanlar üzerindeki etkisinin giderek artacağından duyulan endişe dile getiriliyordu: “Artan sıcaklıklar sağlığımızı, evlerimizi, gıdamızı ve güvenliğimizi tehdit ediyor.“
Bahsedilen tehdit 20-30 yıl içinde, yani mesela bu yazıyı okuyanların çoğunun görebileceği bir süreçte gerçekleşebilir. Tahmin edilen bazı sonuçları art arda sıralayalım: Okyanuslar daha asitli bir hale gelecek, daha şimdiden okyanuslar atmosfere salınan insan kaynaklı karbonun yaklaşık yüzde 30’unu emdi ve bu da okyanusların asitlenmesine yol açtı. Asitlenme sonucunda okyanuslardaki mercan kayalıkları ve bu kayalıklardaki doğal yaşam ciddi şekilde farklılaşabilir. Sistemdeki böyle radikal bir değişiklik de besin zincirini etkileri bize ulaşacak biçimde etkileyebilir. Bir başka tahmin, sıcaklığın artmasının karadaki yansıması üzerine: Artan sıcaklıklar hayvanların, bitkilerin ve diğer türlerin daha kuzeye, kutuplara doğru harekete geçmesi sonucunu doğurabilir. Keza mısır, pirinç ve buğday üretiminin olumsuz şekilde etkilenme olasılığı çok yüksek. Buna karşılık dünya nüfusunun 2050’de dokuz milyara ulaşmasının beklendiği düşünülürse gıda talebinin artacağını öngörmek için bilim insanı olmaya gerek yok. Sonuçta üretimle tüketim ihtiyacı arasında birbirine ters ilerleyen hayati bir süreç yaşanacak. Üstelik bu süreç zengin fakir ülke ayrımı gözetmeyecek, zengin ülkeler daha az da olsa bu süreçten etkilenecek.
İklim değişikliğinin sonuçlarını giderek daha fazla hissedecek, daha fazla göreceğiz. Buna rağmen malesef kısa vadeli çıkarları başta olmak üzere çeşitli nedenlerle gözlerini bu gerçeğe kapatmak isteyenler olduğunu bilmek hem üzücü hem de korkutucu. Bu ülkelere geçen yılın sonunda BM İklim Değişikliği Müzakereleri’nin 19. Taraflar Konferansı’nda, Filipinler Cumhuriyeti’nin delegelerinden Yeb Sano’nun Haiyan adı verilen süper tayfunun ülkesini vurmasının ardından yaptığı konuşmayı hatırlamakta yarar var.
“İklim değişiminin gerçek olmadığını savunan herkese, rahat koltuklarından kalkmaları ve ofislerinden çıkmaları için meydan okuyorum. Hâlâ iklim değişimini inkar eden varsa gidip görsün: Pasifik, Karayip ve Hint Okyanusu Adaları’nda yükselen denizin etkilerini; Himalaya ve Andes Dağları’nda eriyen buzulların yarattığı selleri; Kuzey Kutup toplumlarının yok olan buzullarla yaşamaya devam etme çabalarını; Mekong, Ganges, Amazon ve Nil nehirlerinin hayatları suda boğmasını; Orta Amerika tepelerinde fırtınalarla karşılaşan halkı; Afrika Savana’sının çölleşmesi üzerine suyun ve gıdanın azalmasını; Meksika havzasındaki ve Doğu Amerika kıyısındaki fırtınaları… Ve bunlar yetmezse bir an evvel Filipinlere gidip görsünler, iklim değişikliği yok muymuş?“
Fazla söze gerek yok artık, hatta zaman da yok. Yaşananlar ve en basit öngörüler bile iklim değişikliğini durdurmak için bir yol bulmak zorunda olduğumuzu gösteriyor. Aslında belirlenen yol da ortada.  BM iklim değişikliğiyle mücadele edebilmek için ilk etapta yapılması gerekenin tüm ülkelerin hızla karbon yoğun yakıtları terk etmesi olduğunu söylüyor, giderek daha keskin ifadelerle kirli yakıtlardan vazgeçilmesi gerektiğini dile getiriyor. Raporlarda sayfalarca kanıt, hesap ve kaygıyla anlatılanı en basit ve en gerçek haliyle söylersek, dünyada yenilenebilir enerjiye geçilmeli, enerji üretiminde petrol ve kömürden uzaklaşılmalı, çünkü dudak uçuklatacak bir hızla tüketiyoruz bu yakıtları ve karbon salımı artık korkutucu boyutlarda. BM raporuna göre, insanların 1750’den beri atmosfere saldığı karbonun yarıya yakını son 40 yıl içinde oluştu, 2000 yılından itibaren artış çok hızlandı, bu tarihten beri kömür tüketimi belirgin biçimde artıyor. Rapordaki ifadesiyle, bu durum “uzun zamandan beri devam eden dünya enerji kaynaklarının karbonsuzlaştırılması eğilimini geri çeviriyor.”
Ve tabi söz buraya gelmişken Türkiye’den bahsetmemek olmaz. Almanya gibi birçok ülke yaşamaya devam edebilmek için kömür gibi yaktılara bağımlılığını azaltıp yenilenebilir enerjiye yatırım yaparken Türkiye’de Enerji Bakanlığı 2012’yi kömür yılı ilan ederek kömüre yatırımı artırmaya karar verdi, termik santral yapma koşullu öncelikler ve kömüre teşvikler ayırdı.
Oysa Greenpeace’in Avrupa Birliği Yenilenebilir Enerji Konseyi ve Dünya Rüzgâr Enerjisi Konseyi ile birlikte hazırladığı Enerji [D]evrimi raporu ne denli umut verici sonuçlar sunuyordu, ki güncelliğini de yitirmiş değil. Rapora göre, Türkiye’nin 2040’a kadar elektrik ihtiyacının yüzde 85’ini yenilenebilir enerjilerden karşılaması olanaklı. Benzer sonuçlardan söz eden başka araştırmalar da var ama ne yazık ki, Türkiye’de karar alıcılar bunları duymak istemiyor, gerçeklere sırt çeviriyor, Soma’da olduğu gibi felaketlere gebe kömür madenleri açmayı tercih ediyor.

Bunu Paylaşın