Yüce Yöney-Avrupa’nın kapısı tek yönlü

MDN İstanbul

AB ile Türkiye arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması Avrupa’nın göçmenlere karşı insani yükümlülüklerini başka bir ülkeye devretmesi anlamına geliyor. Avrupa güvenlik kaygılarına teslim olurken bu tip anlaşmalarla sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor

Geride bıraktığımız yılın son ayında çok önemli bir anlaşmaya imza attı Türkiye. Vizesiz Avrupa’ya girişin kapısı aralandı diye büyüte büyüte sundu basın, Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasındaki Geri Kabul Anlaşması’nı. Basında Türkiye vatandaşlarına AB’ye girişlerde vize muafiyeti sağlayacağı yazılan anlaşmanın temel şartı adından da anlaşılacağı gibi sığınmacıların iadesine dayanıyor.
Bu “iade” kısaca ifade etmek gerekirse, AB ülkelerine vizesiz giden ya da oradayken vize süresini geçiren Türkiye vatandaşlarının ve Türkiye’yi transit ülke olarak kullanarak yasal olmayan yollarla AB ülkelerine giriş yapan kişilerin Türkiye’ye iade edilmesi anlamını taşıyor.
Vizesiz Avrupa diye sunulan ise üç yıl içinde vize muafiyeti yol haritasının uygulamaya geçmesi aslında; ki bu da seyahat belgelerinin güvenliği, göç ve sınır yönetimi, kamu düzeni ve güvenliği ile temel haklar gibi alanlarda AB müktesebatına uyum ve etkili uygulamayı içeren koşulları kapsıyor.
Dolayısıyla bu anlaşma, AB’nin sınırlarının güvenliğini sağlamaya yönelik, istemediği mültecilerden, sığınmacılardan sorumluluk almadan kurtulmasına olanak taşıyan bir anlaşma ve aslında vize muafiyetiyle gerçek bir bağlantısı yok. Türkiye vatandaşlarına vize serbestliği vurgusuyla gösterilmesi devletlerin kamuoyunun ilgisini yanlış yönlendirmeye, konunun gerçek yüzünün tartışılmasını engellemeye yönelik yaptıkları numaralardan biri.
AB’nin Türkiye’yle yaptığı Geri Kabul Anlaşması’nın vize muafiyeti karşılığında olması da AB’nin genel politikalarıyla uyumlu gözüküyor. AB geri kabul anlaşması yaptığı başka ülkelerle de bu tip yöntemler kullanıyor. Onları da ikna edebilmek için, mesela ticari avantajlar sağlayacak düzenlemeler öneriyor.

Göçmen politikaları
Peki Avrupa Birliği neden bu anlaşmaya ihtiyaç duydu? Doğrusu, çok basit bir veri bu sorunun cevabını verebilir: Uluslararası Göç Örgütü’nün son açıklamasına göre, 2013’de tam 2360 göçmen sınırları geçmeye çalışırken hayatını kaybetti. Bu veri sadece kayıtlara geçen olayları kapsıyor, dolayısıyla kayıt altına alınmayan ölümlerle bu sayının çok daha fazla olduğunu tahmin etmek güç değil.
Genellikle iç çatışmaların, savaşların ya da açlığın, gıda sorununun yaşandığı Asya, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden kaçmak zorunda kalan insanlar bu göçmenler. Hedefleri, istekleri AB ülkelerinden birine varabilmek, ancak duygular karşılıklı değil. AB ülkelerinin yönetimlerinin çoğu bu insanları istemiyor. Göçmenlerin sınırlarından girmemesi için sürekli yeni önlemler alarak uyguladıkları sınır politikalarıyla da bu isteksizliklerini gösteriyor. Sınırlara tel örgüler çekiliyor, duvarlar inşa ediliyor…
Peki göçmenler bu önlemler karşısında vazgeçiyor mu? Hayır. Başka yollar buluyor, daha fazla risk göze alıyorlar ve ne yazık ki riskler gerçekleştiği için her geçen gün hayatını kaybeden göçmen sayısı artıyor. Bir başka ifadeyle söylersek, AB’nin sınırlarda göçmenlere karşı aldığı önlemlerle artan göçmen ölümleri arasında doğrusal bir ilişki var. Göçmenler ya da sığınmacılar buna rağmen yeni bir hayat arayışından vazgeçmiyor, çünkü ülkelerinde de hayatta kalma şanslarının olmadığını biliyorlar. Bu insanları harekete geçiren zaten savaş, çatışma, zulüm, insan hakları ihlali gibi nedenler. Kısacası refah düzeyi iyi, ekonomik olarak gelişmiş ülkelerin düzensiz göç hareketlerini kontrol etmeye çalışırken uyguladıkları politikalar ülkelerinden kaçmak zorunda kalan mültecileri en hafif ifadesiyle “olumsuz” etkiliyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verileri sadece Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle 2,5 milyon kişinin ülkeyi terk etmek zorunda kaldığını gösteriyor. Suriyeliler’in göç etmek zorunda kaldığı ülkeler Lübnan, Ürdün, Türkiye, Mısır ve Irak gibi komşu ülkeler; artık söylemeye gerek yok, bu ülkelerdeki Suriyeli mülteciler ya da göçmenler birçok sorunla, insan hakları ihlalleriyle karşı karşıya ve AB tüm bunlara rağmen yeterince sorumluluk almamakta ısrarlı davranıyor. Dahası, bu göçün kendi sınırları içindeki etkilerinden de çekiniyor. İşte geri kabul anlaşmaları tam da bu kaygının sonucunda belirginleşiyor.
Göçmenlerin gitmeye çalıştıkları AB ülkeleri göç kontrolünü ve insani sorumluluklarını geri kabul anlaşmalarıyla başka ülkelere yüklemeye çalışıyor. Şimdi Türkiye’ye iade edilen göçmenlerin önemli bir kısmı kaçmak için ölümü göze aldıkları yolculuklardan sonra ülkelerine geri gönderilecek ve tekrar aynı zor yaşam koşullarına, belki açlığa ya da zulmün, insan hakları ihlallerinin ortasına düşecek.
Sınırlara örülen duvarlar, kazılan hendeklerle geri kabul anlaşmaları arasında bir devamlılık bulunuyor. En basit ifadesiyle, sığınmacılar AB’ye girmesinler, girenler de AB’ye sınırı olan hangi ülkeden geçtiyse oraya iade edilsin, sonrasını da bu ülke düşünsün, deniliyor. Türkiye’yle yapılan geri kabul anlaşması da farklı değil.
Türkiye üzerinden Avrupa’ya giden sığınmacıların geldikleri ülkelere baktığımızda Suriye, Afganistan, Irak, İran, Somali gibi savaş ve insan hakları ihlallerinin sürdüğü ülkeler çıkıyor karşımıza. İkili geri kabul anlaşmaları ve benzeri uygulamalar bu insanların vardıkları ülkelerde dertlerini anlatamadan, hakları olan sığınma taleplerini dile getiremeden Türkiye’ye iade edilmelerine yol açıyor. Göç ve sığınmacılarla ilgili uluslararası sivil toplum kuruluşlarının bu yönde birçok açıklaması, haksız uygulamaları örnekleyen uyarıları bulunuyor. Oysa bu insanların birçoğunun uluslararası korunmaya ihtiyacı var ve şimdi yeni anlaşmayla belki de bu durum sorgulanmayacak, araştırılmayacak bile.
Şimdi kehanette bulunmasak bile, pratikte yaşanacak olanları tahmin etmek güç değil. Somut bilgiler ortada… Türkiye’yi transit geçiş güzergâhı olarak kullanan sığınmacı ya da mülteci veya göçmenlerin AB’ye girişleri Yunanistan ve Bulgaristan’dan oluyor. Her iki ülkede de maalesef işleyişte son derece kötü uygulamalar bulunuyor. Uzmanlar bu ülkelerde barınma, gözetim koşulları gibi noktaların, hatta iltica prosedürüne erişimin bile sorunlu olduğunu anlatıyor. Sayılara bakarak sonuç çıkarmayı sevenler için Yunanistan’da iltica kabul oranının yakın zamana kadar binde 1-2, Avrupa ülkelerinin genelinde ise bu rakamın yüzde 30-35 olduğunu vurgulamak yeterli olacaktır herhalde.

AB’nin isteği
Sözünü ettiğimiz geri kabul anlaşması imzalanmadan önce Türkiye yine 2013’de, nisan ayında Yabancılar ve Uluslararası Koruma Yasası’nı çıkardı. Büyük ölçüde AB müktesebatına uygun bir yasaydı bu ve biraz da AB’nin baskısıyla çıkarılmıştı. Türkiye bu yasayla uluslararası koruma çerçevesinde “güvenli üçüncü ülke” konumuna geldi. Zaten AB’nin istediği de tam buydu. Böylece artık göçmenleri, mültecileri rahatça, hukuka uygun biçimde Türkiye’ye gönderebiliriz diye düşündü, bir yandan da bu insanların AB’ye girişlerini zorlaştıracak politikaları uygulamaya koydu. İşin bu kısmı yasal elbette ama insan hakkı örgütlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının AB müktesebatını yetersiz ve eksik gördüklerini de unutmamak lazım.
Kısacası, Türkiye’yle AB’nin imzaladığı Geri Kabul Anlaşması Türkiye’nin üzerine belirsiz bir dizi potansiyel sorun yüklerken, göçmenleri kendi sorunlarıyla baş başa bırakıyor ve bir kez daha Avrupa Birliği’nin göçmen politikalarında güvenlik kaygısıyla insan haklarının göz ardı edildiğini gösteriyor.

Bunu Paylaşın