Deniz Kurmay Yarbay (E) Özhan Bakkalbaşıoğlu: Bugün ‘‘Ege Denizi Sorunu’’ dediğimiz konu 1829 Yunan isyanı ile başlamış ve günümüze kadar çözülmeden gelmiştir
Ülkemizin miras aldığı sorunların Anadolu’ya yerleşmemizle başladığını söyleyebiliriz. Aslında Batı Hristiyan dünyası ve Papa’nın Müslümanları yok etme düşüncesi 1270-1332 tarihleri arasında kutsal toprakları ele geçirme projeleri ile başlamıştır. 11 adet proje düşünülmüş ve bir kısmı eyleme dönüşmüştür.
Anadolu Selçuklu Devleti, bu projelere karşı koymak zorunda kalmış ve gücü zayıflatınca da Moğol istilasına karşı koyamamıştır. Dolayısıyla da Türk/İslam-Hristiyanlık çekişmesi başlamıştır. Özellikle Türk kelimesini kullandım çünkü İslam Batı’da artık Türk’tür.
Osmanlı Beyliği, Anadolu’daki beylik döneminin sonunda önce devlet sonra da imparatorluk olunca; Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması için 1432’de başlayan ve 1912’ye kadar süren 100’e yakın proje hayata geçirilmiştir. Bu projelerin ana amacı Türklerin tekrar Orta Asya’ya gönderilmesi ve sonrasında topraklarının paylaşılmasıdır.
Türk İmparatorluğu sınırları içinde 50’den fazla ana etnik unsurun bulunduğu dikkate alındığında günümüze bir takım acı miras bırakacağı aşikârdır.
Fransız İhtilali ile ulusçuluk kavramlarının yeşermesi sonucu; Sırp, Bulgar, Yunan, Romen, Arnavut, Slovak, Arap, Ermeni gibi ana etnik unsurlar başkaldırılara başlamışlardır. Bu durum her iki taraftan da kan dökülmesine neden olmuştur. Bu etnik gruplar yaşanan olayları saptırılarak, o gün yaşanan olayların günümüze daha hamasi bir kavram içinde gelmesine neden olmuştur.
Batı Hristiyan emperyalist ülkelerin Türk düşmanlığını kullanan bu etnik gruplar “pireyi deve yapacak” bir tutumla mağduriyeti oynamışlardır. Gözden kaçan durum ise Türklerin neler yaşadığıdır. Bu vahşet maalesef hiç gündeme gelmemiştir. İşin acı tarafı Türkiye tarafından da ciddiyetle ele alınmamıştır.
Osmanlı Devleti merkezden genişlemeye başlayınca, alınan tüm ülkeler Devletin doğal sınırları içinde kalmıştır. Oysa Birleşik Krallık, Fransa, İspanya gibi ülkeler deniz aşırı sömürge sistemi ile topraklarını genişleterek tamamen ekonomik bir bağ kurarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Dolayısı ile ana vatanları ile sömürge halkları bütünleşmemiş ve devlet yönetiminde kullanılmamıştır. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda doğal sınırlar içinde kalmaları nedeniyle tebaa sayılmış ve devlet hizmetinde bile çalışmışlardır. Bu önemli fark ile Osmanlı İmparatorluğu’nda bir etnik grubun isyanı ülkenin tümünü etkilerken Batılı emperyalist devletlerin sömürgelerinde çıkan bir etnik ayrışma hareketi ana vatanlarını etkilememiştir. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan etnik gruplar tarafından atılan huzursuzluk tohumları, merkezi yönetim ve onun unsurları ile husumetin doğmasına neden olmuştur. Günümüze kadar gelen miras budur: Türklere karşı hınç ve kin dürtüsü.
Dolayısıyla her ne kadar bazı sorunlar Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıkmış gibi görünse de kökü aslında 1270 tarihine kadar uzanmaktadır. Bugün ‘‘Ege Denizi Sorunu’’ dediğimiz konu; 1829 Yunan isyanı ile başlamış, Girit Ada’sının oldu-bitti ile Yunanistan’a gitmesiyle devam etmiş, Libya ve Balkan savaşları sonucunda haksızlık ve donanmanın olmaması nedeniyle kaybedilen Adalar ve Ege Denizi ile Cumhuriyet Hükümeti’ne devredilmiştir. Bu devredilen mirasa Cumhuriyet Dönemi sorunları da eklenmiş ve günümüze kadar çözülmeden gelmiştir.
‘‘Ermeni meselesi’’ Ermeni toplumunun; Rusya’nın da müdahil olduğu, verilen hayâli vaatlere kanan Ermenilerin emperyalist ülkelerin kışkırtmalarıyla oluşturdukları ayaklanmalar ve Osmanlı Ordusu’nu arkadan vurma, Türklere yönelik katliamlar gerçekleştirme gibi olaylara karışmaları sonucunda tehcir edilmeleri nedeniyle doğmuştur. O dönemde hem de ülke işgal altındayken yapılan soruşturmalarda kasıtlı bir harekât yapılmadığı anlaşılmıştır. Buna rağmen 100’e yakın memur ve asker cezalandırılmış ve hatta idam edilmiştir. Ama özellikle Yunan, Ermeni ve Sırp milleti teşebbüste ön alarak ve tarihi çarpıtmak suretiyle mağduriyeti oynamışlar, başarılı olmuşlardır.
Arap İsyanı, İkinci Mahmut ile başlayan bozulma, emperyalist ülkelerin cetvel ile çizdikleri sınırlar ile bağımsızlıklarını aldıkları halde hâlâ Türklere kin güdülmesi geçmişin yanlış politikaların bir sorunudur. En yakın örneği İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Bahriye Bakanı ve 5’inci Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın Araplar ile olan tutumu günümüze miras olarak kalmıştır.
Devletler canlı gibidir doğarlar ve ölürler. Ancak birbirlerinin devamıdırlar. Orta Asya Türk Devletlerinin devamı Selçuklu İmparatorluğu, onun devamı Osmanlı İmparatorluğu, onun devamı da Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Dolayısı ile bu mirası kabul etmekteyiz, ancak doğrular ışığında kabul edebiliriz. Ama bu doğruları dünya kamuoyuna erken açıklamak bizim sorunumuzdur. Doğruları, olaylar dünya gündeminde taraflı olarak kabul gördüğünde değil daha önceden, bu çirkin propaganda başlar başlamaz yapmalıydık. Yani “çuvaldızı kendimize batırmalıydık”.
Ermeni meselesinde “Atı alan Üsküdar’ı geçtikten “sonra belgeler açıldı ancak zamanlama çok geçti. Ama dünya kamuoyuna gerekli tesiri yaratacak bir faaliyet de yapılmadı. İstedik ki bizi suçlama cüretinde bulunanlar gelsinler ve arşivlere, belgelere baksınlar. Konuyla ilgili lobi faaliyetlerinin olmayışı, büyükelçiliklerin çalışmalar yapmayışı ve de hükümetlerin tarihe yetersiz bakışı bizim suçumuzdur.
Bekle-gör politikası izlendi, 24 Nisan’da ABD’nin ağzından çıkacak ifadelere bakıp ‘‘iyi şey söylüyorsa 1 sene rahatız’’ anlayışı yerleşti. ASALA Terör Örgütü cinayetler işledi, tüm dünya kınadı, gerçekleri dile getirmenin tam fırsatıydı ama yine pasif kaldık. Neden? Anlamış değilim.
Batı toplumu genelde basın ve medya haberlerine inanır. Güvenirler çünkü genel olarak medya kuruluşlarının yanıltıcı haber yapmayacağına ilişkin bir görüş hâkimdir. İşte lobi faaliyetleri ve toplumda söz sahibi zengin iş insanlarının gayreti ile bu yanlış tarih sanki doğru tarihmiş gibi Batı toplumuna anlatıldı, bir kamuoyu oluşturuldu ve sonunda da hükümetler ‘‘sözde soykırımı’’ tanıdılar. Bizse sadece seyrettik! Neredeydik? Korkarım ki 50 yıl geçmeden Kıbrıs’ta da Rumlar Türklerin soykırım yaptığını söyleyecekler. Vahşeti gören biziz, tazminat ödeyen de biziz. Bu ne gaflettir! Henüz tanıklar sağ iken neden teşebbüste ön alınıp gerçekler vurgulanmıyor.
Hep kendi kendimize konuştuk, hatta tarih ve belgelerden o kadar uzağız ki ‘‘yapmışızdır’’ diye kendimizi bile inandırdık. Ne yazık ki başkalarının sözleri ile tarihimizi yazıyoruz.
Dünyanın neredeyse tamamı sözde soykırımı kabul ederken ‘‘Türkiye ne yaptı?’’ Asıl sorulacak soru budur.
Tüm Yunan ve Ermeni lobileri yıllarca yalanlar üzerinden dünya kamuoyunu aldatıyorlar. Bizse olaylara karşı, bir şeyler olduktan sonra reaksiyon veriyoruz ve saman alevi kadar bir süre sonra da verdiğimiz tepki bitiyor.
Hangi komşumuz için uzun vadeli bir stratejik planımız ve öngörümüz var. Olsa hareket tarzımız farklı olur “bekle-gör politikası” bağımsız bir politika değildir.
Bu soruların cevapları alınmadığı sürece ‘‘Pontus sözde soykırımı’’nın da gündeme gelmesi yakındır. Zaten anıtlar dikerek, anma günleri başlatarak yavaş yavaş dünya kamuoyunu hazırlıyorlar. Bari bu konuda harekete geçmekte geç kalmayalım.
Türklere neler yapıldı?
Ama bir gerçek unutuluyor. Türklere bu süreçlerde neler yapıldı?
Budin’den Mora’ya Balkan’lara, tüm Arap toprakları, Kafkasya, Azerbaycan… Buralardaki Türkler ne oldu? Sayıları parmakla göstereceğimiz tarihçilerimiz buralarda olan olayları ne kadar yazdı ve kamuoyuna tam yansıttı. Hangi siyasetçimiz konulara vâkıf, yaşananlar uluslararası alanda ne kadar anlatıldı, kendi kamuoyumuz ne kadar aydınlatıldı, okullarda ne kadar anlatıldı, bu konuda bir enstitümüz var mı?..
Hep biz yapmışızdır düşüncesi yerleşti aklımıza. Bize karşı isyan eden etnik grupların kendi tarihçileri yazılarında, yabancı asker ve tarihçilerin rapor ve araştırmalarında Türklere karşı yapılan katliamlar yazıldığı halde biz bunları kullanmıyorsak, o zaman nasıl savunacağız bu iddiaları!
Şimdi ABD Başkan’ı Biden “perşembenin gelişi çarşambadan belli olur” kadar açık bir şekilde seçim propagandasında bunları söyledi. Ama biz belki söylemez diye bekledik. Adam kurt politikacı, yılları devlet hizmetinde geçmiş, cümleler içinde ince mesajları var!
Kostantinapolis kasıtlı yazılmış, zaten kendisi Yunan hayranı. Mesaj veriyor, ya benim politikamı uygularsın ya da İstanbul Kostantinapolis olur diyor.
ABD ile ilişkilerimiz normal statüye dönebilir ancak bu, dış politikamızı devlet bekası ve menfaatler doğrultusunda yapıldığı takdirde olur. Devletlerarasında menfaatler vardır, dostluk yoktur, kişisel hareket yoktur.
Ülkemizin, ABD tarafından sözde Rusya’ya karşı Yunanistan’da açılan üsler zinciri ile Biden’in mesajındaki Kostantinopolis kelimesini iyi değerlendirmesi gereklidir.
Tam bağımsız Türkiye kendi menfaatleri için politikalar üretirken ABD ve Rusya ile olan ilişkilerini kendi menfaatlerine göre ayarlayıp jeopolitiğini çizmelidir.
ABD’nin iki vazgeçilmez stratejik ortağı olan İngiltere ve İsrail ile ilişkilerimizin önemi, menfaatlerimiz doğrultusunda yeniden değerlendirilmelidir.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki ABD’nin sopa politikası 1974’de işe yaramadı, ambargolar siyasetimizi değiştirmedi ve bu günkü harp sanayinin kurulmasına neden oldu.
Türkiye kanla kurulmuş kadim bir devlettir. Ülkelerin artıkları ile kurulan ve soykırım yapan bir ülke değildir. Eğer, tarihle yüzleşmek isteniyorsa, ‘‘yüzü en az kızaran ülke kim?’’ diye başta ABD olmak üzere tüm emperyalist ülkeler kendi tarihlerine baksınlar. Türkiye ATATÜRK’ün çizdiği yolda yürüdüğü müddetçe payidar kalacaktır.
Bu vesile ile Ermeni çetelerince şehit edilen vatandaşlarımızı minnetle anıyorum.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.