No sessuzluk, piliz sesliluk!

MDN İstanbul

Bazı sektörlerde sessizlik işin gereği, olmazsa olmazı bazen de doğası gereğidir. Mesela inşaat sektörü son on yılda Türkiye’de inanılmaz bir ivme kazandı. Dev afişlerle örtülü bu göğe dokunan yapılar, çevreye verdikleri gürültü ve kirlilikten dolayı özür dileyen dev reklam afişleriyle süslendi. Çünkü çevre halkının huzurunu, şehrin görsel bütünlüğünü bozmadan sessiz ve derinden yükselmek gerek.
Tarım ise sabır ve şans işidir. Gelişimi sessizdir. Beklemek gerekir. Son yıllarda bu alanda gelişen teknoloji ile daha bilinçli (!) tarım yapılmakla beraber hibrit tohumla tanışan çiftçiler ve büyük üreticiler uzun vadede toprağın süresiz bir sessizliğe bürünmesi riskiyle de karşı karşıyadır. Bir çok uzmanın bu konudaki görüşüne rastlamak da mümkündür. Hasat zamanına kadar derin bir sessizlik, nadas boyunca bekleyiş, tarım kredisi alamamaktan bekleyiş ve listeuzar gider…
Sağlık sektörü denince aklımıza hemen hastaneler ve duvarlarında asılı güzel hemşirelerin o klasik fotoğrafı ‘şiiişşş’ gelir. Kesinlikle sessizliğin koşul olduğu alanlardır; ancak özel hastaneler dışında ülkemizde bu kurala uyanı görmek de pek mümkün değildir. Hem hastalar hem doktorlar yaşam kavgası verirken bunu onlardan beklemek ise namümkündür. Bunu anlamak için devlet hastanelerine yolunuzun düşmesi
yeterli olacaktır.
Bir de işin keyif tarafı vardır ki, sanırım dokunulmazlığı olan anlarda vazgeçilmez bir tattır seveni için… 1543 yılında kurulan ve üretimine başlanan The Maccallan viskileri bazı kişilerin favori içecekleri arasındadır. İskoçya’daki viski mahzenlerinde şu ifade hemen göze çarpar: Be quiet please, whiskey is sleeping! Onun güzellik uykusundan uyandırıldığında mükemmel olması için birçok bileşen ve standartlar bütünü vardır ve bunun başında ortam şartları gereği sessizlik de çok önemlidir.
Bazı sektörler vardır ki, gürültü olmadan öksüz kalır: Eğitim, eğlence, tekstil, enerji, otomotiv sektörleri ile denizcilik sektörümüzün kalbi gemi inşa sanayii…
İşimiz gereği ikinci adresimiz olan Tuzla tersaneler bölgesine haziran sonu müşterime yaptığım ziyaretimde yaşadığım bir farkındalıkla bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı duydum. İşimiz veya müşterilerimizin çeşitli işleri   sık sık onları ziyarete giderim. Bu nedenle de haftanın bir bilemediniz iki-üç günü Tuzla’dayız. Gün sonu yapılan telefon görüşmelerinde arkadaşlarım bile ‘Tuzla’dan dönüyorum’ dememe yıllardır o kadar alıştılar ki, artık ben demeden onlar soruyorlar, “Tuzla dönüşünde misin?”
Neyse, değerli bir abimizin ofisinde sohbet ediyorduk, bir ara bir sessizlik oldu. Ama bu sessizlikle beraber kulağımda bir boşluk oluştu, birden alıştığım ve sevdiğim, rhythm therapy gibi bana enerji ve coşku veren bir duygu yokluğu hissettim. Bu sessizlikte, Björg’ün, Catherine Deneuve ve David Morse ile başrol paylaştığı “Dancer in the Dark” filmini anımsadım: Çek asıllı Selma (Björg), 10 yaşındaki oğluyla Amerika’ya göç eder. Karavanda yaşayıp bir çelik fabrikasında canla başla çalışmaktadır. Kalıtsal bir hastalıktan kör olmak üzeredir ve bu hastalığın oğlunu da etkileyeceğini bildiğinden onun için ameliyat parası biriktirir. Selma, en çok Hollywood müzikallerinden etkilenir.
İşte bu filmin aniden zihnimde belirivermesinin nedeni, Selma’nın ortamın sesinden etkilenip hayallerinde beliren bir mekanda, doğaçlama bir ritimle dans edişiydi. Çelik fabrikasında işçilerin ve makinelerin arasında yükselen sesler onun beyninde inanılmaz bir müzik şölenine dönüşüyordu. O da tren ve rayları üzerinde hem şarkı söylüyor hem dans ediyordu, karanlıkta, gözleri kapalı… Sonu hazin biten filmde oğlu için biriktirdiği paranın çalınmasıyla trajedi başlar. Komşusunu öldüren Selma, hapse atılır ve idam cezasına çarptırılır. Filmin sonunu anlatmıyorum, izlemeyenler için sürpriz olsun ama film mutlu sonla da bitmiyor. Bu çağrışımla belleğime yaptığım kısa bir ziyaretten, ziyaret gününe dönersem; hava sıcaktı… Tüm kapılar, pencereler açıktı, 15.30 sularında, dışarıdan gelen araç sesini ayrıştırıp birden kulak kesildim, gelen sesleri taradım: Duyamadım! Yanına vardığınızda cüce gibi kaldığınız o dev gemilerin, onları uzun uzun işleyen o çelikten yürekli insanlarımızın sesleri artık, hiç duyulmuyordu! Sanki uykuya dalmış gibiydiler. Yemek molası mı diye düşündüm, değildi!
Tuzla’nın göbeğindeydim ve çıt çıkmıyordu. Ne bir çekiç, ne bir işçi sesi delip geçmiyordu bu sessizliği…
Bizim sektörümüz çoğunluğu Karadenizli olan neşeli insanlarla, rengârenktir. Yılmak bilmeden çalışır; tüketmez, üretir ve her şartta ülkesine hizmet eder. Ülkesini de dünyanın dört bir yanında gururla temsil eder. Ahenk içinde oluşturduğu o gürültü ise bu ülkenin diğer değerleri gibi olmazsa olmazıdır. Ona anlı şanlı gemiler, içi boy boy gemilerle dolu tersaneler yaraşır.
Derin bir offf çekerek, iç sesimle vedalaşıp sohbete geri dönerken, bu şen şakrak devin derin uykusundan bir an önce uyandırılıp(!) o enerji veren ritmini yeniden, aynı coşkuyla bize yaşatmasını diledim.

Bunu Paylaşın