Brüksel’ deki Avrupa Komisyonu Berlaymont Binası’nın önünden geçerken düşündüm. Yaz olunca Brüksel yine bomboştu. Schuman Meydanı keza aynı şekilde. Birden en azından iyi ki Anvers’de yaşıyorum dedim kendi kendime. Çünkü Anvers’in kafe, dükkan çeşidi ve iş dünyası açısından sonsuz çekiciliğinden olsa gerek, şehir yaz ayları olmasına rağmen canlılığını korumaya devam ediyordu.
Belçikalılar kendilerini yaz boyunca daha güneşli topraklara atarken, sağolsun Anvers’in cazibesine kapılan turistler bu açığı da kapatmaktaydılar. Tüm bunlar bilinç akışı tekniğiyle yazan bir yazar misali düşüncelerimden akıp geçerken, Anvers trenine de çoktan atlamıştım. Yazın boş bir Brüksel’de daha fazla kalmak zorunda olmayışımın verdiği memnuniyetle rahat bir nefes aldım. Hayatıma damgasını vuran Belçika serüvenim Brüksel’de başlamasına rağmen daha sonraları Anvers’i kendime evim yapmıştım.
Başlarda Belçika serüvenimin başlangıç noktası olmasından dolayı olsa gerek Brüksel’e karşı daha fazla bir duygusal yakınlık hissederken ki, pek çok kişi için gri ve bürokratik bir şehirdir ama benim için bunun çok ötesinde-şimdi artık kendimi tam bir Anversli gibi hissediyordum.
Peki nedir bir şehirde insanı o şehirli gibi hissettirmeye başlatan? Hiç kuşkusuz öncelikle o şehirdeki sevdikleri. Sevdiği insan, arkadaşları, evinden gözüken manzara ve sürekli gittiği birkaç kafe. Anvers’de şüphesiz benim için bunlara eklenenler arasında müzeler, antika dükkanları, Bourla Tiyatrosu, Quartier Latin, modanın kalbinin attığı yerlerden biri oluşu ve Anvers Limanı da var. Belki daha nicelerini de zamanı geldiğinde keşfedip kendimi neden daha çok Anversli gibi hissettiğimin daha da farkına varacağım. Her bir keşif beni şehrin ruhuna bir adım daha yaklaştıracak. Ama aslında sanırım ben bir şehirde insanı o şehirli gibi hissettirmeye başlatanın ne olduğunu şimdiden biliyorum: O şehrin ruhunu okumaya başlamak ve şehrin de senin ruhunu okumaya başlaması. Yani bir tür aşk ilişkisi.
Dünyanın 4. büyük limanı
İlk başta genel bilgiler ve özellikler ışığında tanıdım şehri. Anvers dünyanın 4. büyük limanına sahip olan elmas kentiydi benim için. Dizaynda da ileri ve başarılıydı. Anglo-sakson kökenli pek çok büyük uluslararası firmanın üst düzey yöneticileri ve eşlerinin ‘expat’ olarak yaşadığı, Avrupa’da bir kuzey şehriydi. Hatta müze, kafe ve antika dükkanlarına olan merakımın bu derece yoğunlaşmasını, bahsettiğim üst düzey yöneticilerin eşlerine borçluyum. Başta şehirle ilgili bu tarz satırlarda dolaşırken, sonradan Anvers ile olan ilişkim derinleşmeye başladı. Anversliler’le ilişkilerim de farklı bir boyut kazandı. Çünkü onların geçmişlerini, duygularını, düşüncelerini içtenlikle anlamak istemeye başlamıştım. Artık bir yabancı olarak değil ama Anversli olmaya hevesli birinin içtenliğiyle; belki farklı formda bir Anversli adayı olarak, kendi ruhunda İstanbul’u, Bursa’yı, Türkiye’yi de taşıyan melez bir ruhla; ama bu şehrin ruhunu okumaya ciddiyetle karar vermiş biri olarak. İşte tam da bu noktadan sonra herşey değişmeye başladı. Şehir ve insanları da bana kendilerini farklı bir biçimde açmaya başladılar: Daha derin daha gerçek bir biçimde. Artık şehrin sadece müzelerini gezen, kafelerinde yazılarını yazan birinin ötesine geçmiştim. Şehrin mimarisine iyiden iyiye hayran olmaya, birkaç kafeye sürekli gitmeye, o kafelerdeki aynı garsonlarla Flamence konuşmaya, şehrin nereden gelip nereye gittiğini görmeye, şehrin duygusal paketini hissetmeye, Rockox’un şehrin geçmişine nasıl damga vurduğunu ve şehrin geleceğini de nasıl şekillendirdiğini idrak etmeye, favori mağazalarımın ne olduğuna karar vermeye, kısacası burada kendimi iyi hissetmeye ve başka bir yerde olduğumda Anvers’i özlemeye başlamıştım! Tüm bunlar şehrin ruhunu okumak adına atılan ilk adımlar olmuşlardı. Sonrasında da zaten şehrin ruhu beni içine kendiliğinden çekmeye başladı. Festivalleriyle bütünleştim, sanatçılarıyla, modacılarıyla tanıştım. Anvers’in ruhunu okuma serüvenim hâlâ devam ediyor ama emin olduğum bir şey var ki o da şu : Bir şehrin ruhunu okumak için önce kendi ruhunu o şehre açmalısın.