Estetiğin eril hâlleri, güzelliğin tek tip tanımı, bedenlerimize ettiklerimiz, aklımıza soktuklarımız, hayatımıza dayatılanlar, kendimize bakmalar, birbirimizi kıskanmalar, çoraplar, bacaklar, saçlar, başlar, kuaförler; hepsi burada. Sakin kafayla okumayın lütfen
Galası bu yıl Cannes Film Festivali’nde yapılan, geçen ay Filmekimi’yle Türkiye seyircisinin karşısına çıkan, Coralie Fargeat’in tartışılan filmi Cevher (The Substance) günümüzün estetik takıntısı üzerine konuşulacak bir kapı açıyor. Filmin hikâyesinin merkezinde, bir aerobik programının yıldızı olan, Demi Moore’un canlandırdığı Elisabeth Sparkle var. 50’nci doğum gününde ilerleyen yaşı nedeniyle işini kaybediyor Sparkle. Ardından karşısına, damarlarına zerk edildiğinde “kendisinin daha iyi bir versiyonunu” ortaya çıkaracak mucizevi bir madde çıkıyor. O da bir hafta kendi bedeninde, bir hafta daha genç bir bedende yaşamasını sağlayacak The Substance adlı ürünün siparişini veriyor… Sonrasını sinemalarda ya da dijital platformlarda gösterime girdiğinde izlemek üzere susalım. Ancak filmin çağımızın dayatılan geçerli kriterleri, güzellik algısının hayatımızı nasıl yönlendirdiği, güzellik temsilleri nedeniyle bedenimizin düştüğü haller üzerine düşünenler için ideal bir tartışma alanı yaratabileceğini de hatırlatalım (ve uyaralım: Film beden korku (body horror) sinemasının örneklerinden biri).
Psikanalist Rainer Funk “Ben ve Biz / Postmodern İnsanın Psikanalizi” adlı kitabında, günümüz insanında sık rastlanan “ben-odaklılık”tan söz ediyordu. “Kendini gösteriye dönüştürmekten alınan keyif uğruna biçimlendirilebilir olan her şey ben performansı için yararlanılacak bir araç haline getirilmektedir” diyor Funk. İnsanın kendi bedeni dâhil bütün kullanım nesnelerinin bu performansın araçları olduğunu belirtiyor. Kullanım nesneleri derken gözlükten arabaya kadar geniş bir yelpazeyi kast ediyor: Giysiler, takılar, saç biçimi, saç rengi, vs…
Bacak çorap ister
Kadın çorabı da güzellik algısına dair oluşturulan kalıpları tekrar eden süslenme araçları arasında. Eski dönemlerin tanınmış yazarı Cevat Ulunay’ın sözleri malûm: Çoraplar sayesinde bacak, kadında artık yürümeye mahsus bir uzuv olmaktan çıkmış; bir güzellik sermayesi hâline gelmiştir.
Bu alıntının aktarıldığı Gökhan Akçura’nın Ivır Zıvır Tarihi serisinin Unutma Beni kitabında, çorabın kadınlar için nasıl bir nesne olduğuna dair şu ahkâm da yer alıyor: “Cemiyet hayatında kadın” üstüne tavsiyelerde bulunan Düriye Gündoğdu, 1941 yılında Ev-İş dergisinde yayımlanan yazısında, “çorapsız gezmenin aleyhinde olduğunu” belirtir. “Çoraplı bir ayak muhakkak ki hem daha zarif hem de göz alıcıdır. (…) çıplak bir bacağın manzarası, ince, temiz ve elbiseye göre intihap (seçilmiş) bir çorapla kapanmış bir bacak gibi olabilir mi?”
Eril algı
Hangi dönemden bahsedersek bahsedelim, insanların birbirlerine ve kendilerine dair güzellik algısında kadının nesneleştirilmesinin merkezi bir yer tuttuğu çok açık. Bu yazının haddini aştığı için burada konunun bu boyutuna girmek mümkün değil. Ancak güzellik algısının da takıntısının da eril bir estetikten beslendiğini vurgulamadan geçmeyelim.
Erkek dünyasının kadın güzelliği algısına dair günlük hayattan edebi eserlere kadar bakılacak çok fazla yer var tabii. Fakat pek azı tiyatro yazarı Arnold Wesker’in Dört Mevsim oyunundaki bir bölüm kadar çarpıcıdır herhalde.
Oyunun erkek karakteri Adam anlatır: “Otobüse bindim mi güzel kızlardan ayıramazdım gözlerimi. İçlerinde bana gülümseyenler olurdu, karşılığında ben de gülümserdim. Baktıkça neler düşünmezdim yüzlerine: İncelik, anlayış, istek. Ardından ağızlarını açtılar mı bütün düşlerim yıkılıverirdi. O güzel gözlerin sesi nasıl olur da çirkin olur aklım almıyor.” Wesker’in amacı bu değilse de replikler adeta eril estetiğin bakış açısını deşifre etmektedir.
Peki güzellik algımız hep böyle miydi? İşin aslı, modern insanı da postmodern dünyanın insanlarını da eril bakış açısından azade düşünmek, güzellik anlayışını da bu erillikten uzak tanımlamak mümkün değil. Yine de öyle ya da böyle, her dönem insanların kendilerini güzel göstermeye çalıştığını söylemek yanlış olmaz. Hatta bu vesileyle konuyu biraz gevşetmek de mümkün.
Saç güzelliği
Gevşemek için de genellemelerden çıkıp Türkiye tarihine bakmak iyi olacak. O halde 60’lara gidelim… Güzellik uğruna şimdi yurtdışından saç ektirmeye gelenler varsa, o dönem de kuaförünü yanında taşıyan “first lady”ler vardı.
Murat Toklucu’nun Nurcihan’ın Çamaşırları ve Diğer Meseleler adlı kitabında böyle bir olayın etkileri anlatılır. 1967’de, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in Romanya ve Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezilere katılan eşi Nazmiye Demirel yanında kuaförünü de götürmüştü. Nazmiye Hanım’ın Ankara’daki kuaförünü resmî bir yurtdışı gezisine, Romanya’ya götürmesi dönemin gazetelerinin baş sayfasına taşınmış, basın olayı diline dolamıştı. Bakanların, milletvekillerinin, bürokratların ve gazetecilerin bulunduğu heyette yer alan Berber Nuh’a hizmet pasaportu verildiği, üstelik ilgili ödemelerin Başbakanlık bütçesinden yapıldığı anlaşılınca kızılca kıyamet koptu. O kadar ki, heyetteki Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil konuya dair savunmayı üstlendi. Millî itibar ve menfaatlerden bahsederek kuaförün gerekli olduğunu söyledi. Berber Nuh da açılan savunma hattından devam etti, havaalanında yakalandığı gazetecilere “Vatan vazifesiydi. Kabul ettim” açıklamasını yaptı.
Ancak henüz ortalıkta kopan yaygara dinmemişken Moskova gezisi başlamıştı. Bu kez listede bir farklılık vardı, Berber Nuh’un adının karşısına odacı yazılmıştı. Nazmiye Hanım ise sonunda daha gezi bitmeden bir açıklama yapmak zorunda kaldı. “Ben burada Türk kadınını temsil ediyorum. Kesif bir protokol var. Karşımdakiler günde dört elbise değiştiriyorlar. Onlara ayak uydurmak mecburiyetindeyim. Türk milleti büyük millettir. Onu küçük düşürmeye kimsenin hakkı yoktur.”
Fakat bu açıklamayla da ortalık yatışmamıştı. Nazmiye Hanım’a cevap dönemin ünlü gazetecisi Metin Toker’den geldi. Toker Nazmiye Hanım’ın “biraz hayal gördüğünü” söylüyordu. “Komünist Romanya’da günde dört kez elbise değiştiren kimse yoktur. Rusya’da da öyle… Aksine komünist büyüklerin karıları fazla tevazularıyla bilinirler; modayı hiç takip etmediklerinden yerilirler. Daha ziyade abullabut kişilerdir.”
Sözün özü
Söz aldı başını gitti, nereden nereye geldi; erilliğin kapsama alanı hayat kadar geniş olunca, estetikten siyasete, iş hayatından ev hayatına bizimle işte. Kendi hakkımızdaki bilgileri sosyal medya aracılığıyla her tarafa saçtığımız, her gün kendi fotoğraflarımızı yayımladığımız günümüzün dünyasında, görünen hâllerimiz üzerine değil de neden ve nasıl görünmeye zorlandığımız üzerine düşünmenin zamanı. Ya da havalar soğumaya başlamışken bedeninizi dinleyin, çekin battaniyeyi üzerinize, yatın güzellik uykunuza.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.