Biyoçeşitlilik tehlikeli ölçüde azalıyor. Yaban hayata ait türlerin nüfusundaki düşüş ürkütücü boyutlarda. Doğaya yönelik şiddet artıyor, denge bozuluyor. Korkmalıyız; gezegenimizdeki canlı hayat yok oluyor
Katil sokaklarda dolaşmakta, çocukları öldürmektedir. Polis bildik yöntemlerini kullanmış ama başarısız olmuştur. Katili bulmak için bütün şehir harekete geçer; polis baskısından rahatsız olan suç örgütleri de…
Sinema tarihinin önemli filmlerinden Metropolis’i de çeken Avusturyalı yönetmen Fritz Lang’ın 1931 yapımı filmi M – Bir Şehir Katilini Arıyor’un hikâyesi kabaca böyledir. Katili fark edenlerden biri kazayla çarpmış gibi yaparak avuç içiyle onun paltosuna dokunur. El ayasına tebeşirle çizdiği M harfi ile katil işaretlenmiştir… Suçunu kabûl eden adam resmî olmayan bir mahkemede yargılanırken “Kendime engel olamıyorum” diye bağırır. Katili savunan kişi adamın hasta olduğunu ve tedavi görmesi gerektiğini söylese de kimse aldırış etmez, adamı linç etmek üzere harekete geçerler…
“Kendime engel olamıyorum.” Bu cümle birinin hasta olduğunu mu, katil olduğunu mu ifade ediyor? Yoksa her ikisini birden mi?
Soruyu okuyucuya, filmi merak edenlere bırakalım ve rahatlıkla internet üzerinden izleyebileceklerini hatırlatarak 1931’den günümüze geçelim.
Cinayet raporları
Makûs kaderinden kaçamayan kahramanlarla dolu Yunan tragedyalarından ya da kuruluş veya yok oluş efsanelerine kaynaklık eden mitolojilerden adapte bir cümle gibi olacak ama ne yazık ki gerçek: İnsan yaşamının temelini oluşturan biyoçeşitliliği yine insanlar yok ediyor.
Nereden çıktı şimdi bu, diyenlere Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) “Yaşayan Gezegen 2020” raporunu işaret ediyoruz. Raporda memeli, kuş, çift yaşamlı, sürüngen ve balık nüfuslarında 1970-2016 yılları arasında yaklaşık yüzde 68 oranında azalma olduğu belirtiliyor. Yani, dört binden fazla omurgalı türünün gözlemlenmesiyle hazırlanan WWF raporuna göre, 50 yıldan daha kısa sürede dünya üzerindeki vahşi hayvan popülasyonunda üçte ikiden fazla azalma olmuş.
Raporda söylendiği üzere, türleri en fazla tehlikede olan hayvanlar Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yaşayan doğu ova gorilleri, Kosta Rika’da yaşayan deri sırtlı deniz kaplumbağaları ve 1970 yılından bu yana popülasyonlarında yüzde 97 oranında gerileme gözlenen mersin balığıgiller.
WWF’nin Uluslararası Genel Direktörü Marco Lambertini haklı; eldeki kanıtları görmezden gelemeyiz. “Yaban hayata ait türlerin popülasyonlarındaki bu ciddi azalma, doğanın çökmeye başladığının ve gezegenimizin kırmızı uyarı işaretleri verdiğinin göstergesi. Biyoçeşitliliği korumak, insanlığı korumaktır.”
Yaklaşık 50 yıl böyle bir tahribat için korkutucu ölçüde kısa bir süre. Belli ki yanlış giden şeyler var ve onların başında çevreyi hiçe sayan ve sadece büyümeye odaklanan politikalar geliyor. Ayrıca bozulmamış doğal yaşam alanlarının yok edilmesi de karalardaki biyoçeşitlilik kaybına yol açan tahrip edici nedenler arasında ilk sıralarda gösteriliyor. Denizlerdeki yok oluşun başlıca nedeni ise aşırı avlanma.
Doğal yaşam alanlarının yok edilmesi aynı zamanda şu sıra dünya ölçeğinde yaşadığımız pandeminin nedenlerinden biri. Hatta çevrenin tahrip edilmesinin hayvanlardan insanlara hastalık yayılması riskini artırdığı Birleşmiş Milletler (BM) raporlarına bile yansımış durumda; ama konuyu dağıtmayalım…
Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Genel Sekreteri Elizabeth Maruma da birkaç ay önce küresel biyoçeşitliliği korumanın önemini ve aciliyetini vurgulayarak tehlikeye dikkat çekmişti. Biyoçeşitlilik kaybının toplumların hayatının her yönünü etkileyen sağlıklı ekosistemler için temel bir risk oluşturduğunu söylemişti.
Ancak maalesef devletler ve yöneticileri bunun gibi uyarıları hep duydukları halde gerçek anlamda harekete geçmiyor. Günü kurtaracak, geleceği riske atacak politikaları terk etmiyor. Tersi olsaydı, BM konuyla ilgili defalarca açıklama yapma gereği duymazdı. Daha geçen ay, 10 yıl önce biyoçeşitliliğin korunması için belirlenen 20 hedefi uygulamak için söz veren 150 ülkenin hiçbirinin, 20 hedeften birini dahi başaramadığını duyurdu.
Şaşırdık mı, ne yazık ki, hayır! Benzer uyarıların daha önce de yapıldığını hatırlıyoruz. 2019’da mesela, uyarı çok ciddi ifadelerle gelmişti. Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Konulu Hükümetlerarası Bilim-Politika Platformu’nun (IPBES) raporunda, gezegenimizde, insanlık tarihinin yaşadığı zaman diliminde ilk kez bir milyon canlı türünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu belirtiliyordu. Aynı rapor, 1900’lü yılların başından beri dünyadaki ormanların yüzde 50’sinin yok olduğunu söylüyordu.
Doğaya yönelik şiddet
Kanımca, insanların doğaya, dolayısıyla kendi geleceklerine verdiği zararı artık açıkça şiddet olarak nitelemenin zamanı geldi.
Pieter Spierenburg, Ortaçağ’dan Günümüze Avrupa’da Bireysel Şiddet alt başlıklı Cinayetin Tarihi adlı kitabında, şiddetten söz ederken şunları yazar, “Johan Goudsblom (1998) dünya tarihi açısından üç tekelleşme aşaması olduğunu belirtir. İlk olarak yetişkin erkekler şiddeti tekellerine almışlar, kadınları ve çocukları örgütlü şiddet kullanımından dışlamışlardır. (…) Daha sonra askerî-tarımcı toplumlarda, seçkin savaşçılar şiddeti tekellerine alarak diğer toplumsal grupları, esas olarak rahipleri ve köylüleri dışlamışlardır. (…) Üçüncü aşamada, görece özerk seçkin savaşçı grupları, giderek daha geniş örgütlere boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Şiddet, bugün devletler dediğimiz kurumlar çerçevesinde tekelleşmiştir.”
Alıntıyı burada, devletin şiddetle olan ilişkisine dikkat çektiği için kesiyorum. Ve dönüp yaşantımıza bakmayı öneriyorum. Devletlerin şiddeti içselleştirmesine, meşrulaştırmasına tanık oluyoruz birçok alanda. Durum insanların ve diğer canlıların yaşam ve sağlık haklarının ellerinden alındığı doğa ve çevre politikalarına baktığımızda da farklı değil. Dolayısıyla devletler biyoçeşitliliğin korunması yolunda verdiği sözleri tutma gereği duymuyor, yok oluşa dur demiyor, doğaya ve canlılara yönelik şiddet sürüyor. Devletler şiddet uygulayacak güçleri olduğu için bunu kullanmaktan çekinmiyor. Hatırladınız mı, “Kendime engel olamıyorum.”
Ancak varoluş dürtüleriyle insanlar da tarihin kazananları arasında. Ve çevre politikalarının sadece devletlere bırakılmayacak kadar hayati olduğu giderek daha fazla görünüyor.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.